29 Ağustos 2011 Pazartesi

Allı Pullu Trend - Sparkly Shoes

sim denilince 
aklıma hep korku dolu anlar gelir.
hani çocukken düğün dernek olunca;
kuaföre gidilir,
küçük kadın topuzlarımız yapılır,
yetmezmiş gibi bir de sim boca edilirdi kafamıza.
sanırım bir nesil
sırf bu yüzden bile soğumuş olabiliriz simden.
işte
o günden bu güne
nerede sim görsek "ıyk" deriz.
derdik(!)
taa ki bu güzellikleri görene kadar!
söz konusu biz kadınlar olunca
ayakkabı denildi mi, ahh bir de topuklu oldu mu!
akan sular durur malum.
bilenler de bu zaafımızı kaçırmamışlar
simleri bir güzel boca etmişler canım ayakkabılara.
onlar ermiş muradına,
ehh
bize de bu güzellikleri izlemek kalmış.



ne yazık ki bu miu miu'lar benim estetik anlayışıma hitap etmiyorlar!



amaaa bu sneakerlar benim kalbimi çelmeyi başardı.
bu da demek oluyor kiii,
derhal bir diy tertip edilecek.
bu ciciler de rüyalarımı değil papilerimi süsleyecek!!!


ahh louboutin sen ne güzel şeysin!


bu cicileri yememiş içmemiş zara da koleksiyonuna eklemiş.
yani bir miu miu bir louboutin vs'miz yok diye üzülmüyoruz.
ne yapıyoruz?
en yakın zara'ya koşuyoruz.
ayağımıza uygun olanı kapıp
geceleri huzurla uyuyoruz.
ve sen!
en kısa zamanda benim ol!

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Kaldırım Serçesi -Édith Piaf-


yazmak ve yine yazmak..
bir yaz günü akşamı...
serinlik, meltem...
öyleyse bu havanın tadı en iyi nasıl çıkar?
evvet, doğru cevap:
"édith piaf dinleyerek"
 hemen ilk şarkımla geliyorum.

 

édith piaf' fransızların ünlü ses sanatçısı, kaldırım serçesi...
minicik boyuyla nasıl böyle şarkı söyleyebiliyor diye düşündürür insanı...
yaşadıklarının ağırlığı sesine yansımış güzel insan...
hani deriz ya bazı insanlar için: doğuştan bahtsız..
işte bizimm serçemiz de öyle..
annesi küçük yaşta terkeder onu, bir kız çocuğu için olabilecek en ağır şeydir belki de.
babası ise bir süre küçük édith'i genel eve bırakır. bu arada rahatsızlanıp kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. 17 yaşında ilk ve tek çocuğunu doğurur ancak kader ya! édith'e gülmüyordu. kızını 2 yaşındayken kaybeder ve öldüğünde cenazesini kaldıracak parası dahi yoktur.
sabah saatin dördünde öyle ümitsizce para ararken, kendisi gibi fakir arkadaslarinin yardimlari da yetmezken ve cenaze masraflari için gerekli 10 frankin eksikligini hissederken bir adam laf atar arkasindan, 
"benimle birazcik eglenmek için ne istersin?" diye. 
"10 frank" der o da.
küçük bir otele giderler. 
yabanci 10 frank'i pesin verir hatta. ve yapamayacağını anlar o zaman édith. ağlamaya başlar adamın karşısında; ve hikayesini, çocuğunu kaybettigini, toprağa verecek parasi bile olmadigini anlatir. 
ve adam parayi alarak gitmesine izin verir...
şöyle anlatır yaşadığı en içten sözlerle piaf:
"iste, bugüne kadar darda kalanlara en ufak bir karşılık bile beklemeden yardım etmemin asıl nedeni bu adamdır. peki, bu adam bana bir fahişe gibi davranmış olsaydı... belki de bugün birçok insanin vücudunu, birçoğunun da ruhunu son anda kurtaran biri olmayacaktım. bugün dahi, bana başkalarina yardım etme duygusunu sağlayan bu insana minnettarım".


10 Ekim 1963’te karaciğer kanserinden ölür. 
eşi theo sarapo’nun aynı gece cenazesini gizlice paris’e getirdiği, böylece hayranlarının “édith piaf’ın kendi evinde öldüğünü” düşüneceğini umduğu söylenir.
(11 Ekim günü édith piaf’ın öldüğü açıklandıktan kısa bir süre çok sevgili dostu jean cocteau da hayata veda etti. cocteau’nun piaf’ın acısına dayanamadığı için kalp krizi geçirdiği söylenir.)

ve son röportajında şöyle der:
- Bir kadına öğüt verecek olsaydınız, bu ne olurdu?
Sev.
- Bir genç kıza?
Sev.
- Peki bir çocuğa?
Sev.

Bir Zamanlar... -Grace Patricia Kelly-


bir varmış bir yokmuş
develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken..
bir prenses doğmuş:
Grace Kelly!
 
 
evet yine eskilere dönme vakti!
grace kelly: buzun altındaki ateş..
evet belki de onu en iyi ifade edebilecek tanım buydu.
ilk baktığınızda yüzünüze vuran soğukluk ve asalet,
sonrasında içindeki ateş ve kadınlık..
 
 
abd'li sinema oyuncusu..
oscarlı yıldız.
 
 
ama sevenleri onu prenses diye dillendiriyor.
"monaco prensesi"
high society filmiyle cannas'a katıldığında bir çok erkeği kendine esir edebilen bu güzellik monaco prensi rainier ile tanışacak ve sonrasında bir ömür boyu beraberliğe adım atacaktı..
 












o artık hollywood yıldızı grace kelly değil monaco prensesi grace kellydi .
bu düşten üç tane çocukları oldu.
 
belki her şeye sahipti fakat o sıkılmıştı. tekrar film çekmek istiyordu. çocukları büyüyünce bunu yapabileceğine, geri dönebilceğine inanıyordu ve alfred hitchcock mogambo filmi için teklif götürdüğünde grace kelly bu konuda çok heyecenlanmış fakat kabul edememişti çünkü; hem saray içerisinde hem de monoco halkı tarafından büyük tepki görmüştü.
uğruna bir çok şeyden vazgeçtiği onu grace kelly yapan büyülü dünyaya sonsuza kadar elveda demekti bu...
öyleyse şimdi onu mutlu eden neydi?
güzellik? servet? prenses olmak? şan, şöhret?


 
bir çoğumuzun hayalini kurduğu şeylere sahipti belki ama asıl istediği artık hayaldi...
ve
14 eylül 1982; artık her şeyin hayal olarak kalacağı bir tarihti..

25 Ağustos 2011 Perşembe

Hangi Oje Yakışmaz Ki Kız Sana?

günaydın günaydın!!!
biliyorum "öğlen oldu bile.." diyorsunuz ama değil.
lisedeyken çok sevgili hocam bir soru sormuştu.
hiç unutmam.
o günden beri hep düşünüyorum.
saatler zamanımızı nasıl kısıtlayabiliyor.
kendini gerçekleştirmek için sanırım önce şu saat kavramından kurtulmamız gerek!
tamam bu mevzulara girmeden;
kısaca henüz sabah =)
kalkar kalkmaz kahvaltı yapan dünya insanlarının aksine
bugün oje süren bir kişilik olarak buradayım.
belki biliyorsunuz
fakat
bilmeyenleri de düşündüm.

gelelim nedir bu bilinen ya da bilinmeyen?
sabah gazeteleri okurken;
uzun zamandır gazete baskılı oje sürmediğim aklıma geldi.
derhal okuduğum kısımdan yazıyı kesip işe başladım.
önce;

malzemeler:
1. gazete, dergi, vs.
2. kolonya, vodka, cin... =)
3. fon için bir adet renk(oje)
4. cila için oje

the end


malzemelerimizi hemencecik toparlayıp
masanın üzerine diziyoruz.
öncelikle ana rengimizi belirleyip, ojemizi bir güzel sürüyoruz.
kurumaya bırakıyoruz.
ardından söyle dokunduk filan baktık bozulmadı ohhh!
devam öyleyse...
gazete diyelim. gazeteden küçük küçük kareler kesiyoruz.
tırnağımızdan az biraz büyük olacak şekilde.
sonra tırnağımızın üzerini kolonyayla ıslatıp minik gazete parçacıklarımızı yapıştırıyoruz.
gazetenin üzerine tekrar kolonya döküp parmağımızla da iyice bastırdık mıydı,
ta daaa ilk baskı hazır!
(çocukluğu patates baskısıyla geçmiş bizler için bu nedir ki heheeyyt)
bu işlemi tüm tırnaklarımız için yaptıktan sonra sıra cila işleminde.
cilalı ibo kadar olmasak da bu işlemde üstümüze yoktur herhalde diyorum.


veeee
pırıl pırıl 
mis gibi kokan
yeni baskı gazetemiz,
pardon,
tırnaklarımız hazır!
=)



bu kadar ojeden bahsetmişken;


hangi oje yakışmaz ki kız sanaaaaaaaa!

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Düşündün Öyleyse Yap!

görüyorsunuz
ilk gün heyecanından susmak bilemedim.
şimdi gelelim.
bu başlık nedir ne değildir.
nedir: düşündüğümüz her şeyi hayata geçirmenin bir yoludur.
örnek:
yolda gidiyoruz.
bir bluz gördük.
pullu boncuklu, aman yarabbi!
güneşte de bir parlıyor.
heh!
işte tam o anda;
a. gidip nereden aldın diye sorabiliriz.
b. sorarsak garip mi olur?
c. eski sezonsa mesela? bulamayıp ağlarız. =(
d. tabii ki aklımda duracağına üstümde dursun!!!
seçeneğimiz belli.

ya da bir dergide gördük, hmm yok tv'de?
belki de bir anda bir şimşek çaktı ve o an böyle bir bluze ihtiyacım var dediniz.
söz konusu biz kadınlarsak hepsi aynı anda bile olabilir.
=)
hemmen o kareyi beyin gücüyle fotoğraflıyoruz.
sonra
a. heyecanla eve koşup benzer bir bluz bulup işe koyuluyoruz.
b. bir sonraki alışveriş turumuzda benzer bir şey görüp alıyoruz.

(ps: farkındayım çok şıklı bir post oldu.
finaller beni bu hale getirdi sanıyorum!!!)

a veya b fark etmez.
ben evde benzer bir şey bulamadığımdan
bir sonraki alışveriş seansımda benzer bir bluz buldum.


sonra gittim. inci boncuklarımı aldım.


şanslıyım!
hep diyorum şanslıyım!
boncuklar da tam uydu.


başladım dikmeye!
bu kısım biraz zahmetli olsa da -zira tek tek onca boncuğu dik aman tanrım!-
son boncuğu dikip ipi kestiğiniz an ki zevk;
paha biçilemez!



ta daa!!
bluz hazır.

koş koş koş!
kombinle ve giy!
=)


unutmuyoruz.
azimli bir hatunun yapamayacağı şey yoktur! bu bir.
beceriksizlik diye bir şey de yoktur! olsa olsa deneyimsizlik vardır! bu da iki. =)
verimli bir ilk gün oldu diye düşünüyorum.
ne dersiniz?
=)

Merhaba!

zaten işin en zor kısmı da bu ya!
başlamak!
hep derim(dersiniz ya da derler):
başlamak bitirmenin yarısından da fazlasıdır!
uzun zamandır düşünüyorum.
"aslında blog yazma fikri oldukça güzel görünüyor
çenem de düşüktür.
bildiklerimi, gördüklerimi, yaptıklarımı
ya da sadece hayallerimi paylaşmak...
paylaştıkça her şey çoğalmaz mı?
belki hayallerim bile umulmadık şekilde çoğalır =)
tabii bunun bir de -ama-ları var.
işte burada dürüst olmam gerekir.
ya bir heves başlayıp yazamazsam?
ya okumak güzel de yazmak..."
işte buna benzer baloncuklar şeklinde düşünüyordum.
size belki çocukça gelecek;
eğer kararsız kalırsam yaptığım iki şey vardır:
acilse hislerime güvenmek,
yok ben bunu ohooo düşünürüm dersem de elime bir kağıt kalem alıp işe koyulmak!
derken?
evet,
oldukça basit.
kağıdı alıyorsunuz ikiye bölüyorsunuz.
sonra başlıyorsunuz yazmaya
mesela;

blog yazmak                                     blog yazmamak
1.özgürsün                                                     1.belki de daha özgürsün
2.offf bu çok güzelmiş dediğinde                    2.sanırım 1 doğru diyor.
senin gibi onu görmek isteyenler                                                  .
olabilir.                                                                                       .
3.içinde kalıp patlamaktansa                          3.kazın ayağı öyle değil,
         yaz gitsin!                                                   bazen sükut altındır malum!
.
.
.

işte bu liste böyle uzayıp gider.
bakıyorum 6 sayfa kadar uzayıp gitmiş. (yok artık!!!)
blog yazmak, yazmamak'ı iyi bi patakladığından mütevellit.
işte geldim burdayım!
biliyorum, biliyorum.
garip bir başlangıç olsa da.
galiba ben böyleyim.
=))
öyleyse.
uzun lafın kısası:

merhaba!!!